BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER MÜŞAVİRLİĞİ
BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER MÜŞAVİRLİĞİ


YEREL YÖNETİMLER KÜLTÜR VE SANAT POLİTİKALARINI MASAYA YATIRDI

Bakan Ömer Çelik: “Kültür Hayatının Sivillik ve Çoğulculuk Üzerinden Akması Temel Meselemiz Olmalıdır”
 
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı tarafından düzenlenen "Yerel Yönetimlerde Kültür-Sanat Politikaları Çalıştayı"na katıldı.
 
Çalıştayda bir konuşma yapan Bakan Ömer Çelik, kültürel hayat üzerinde ideolojik baskının çok büyük oranda devam ettiğine dikkati çekti.
 
Bakan Ömer Çelik, "Türkiye'nin demokratikleşmemiş alanlarının başında kültür-sanat mahallesi geliyor. Kültür sanat mahallesinde oligarşik cemaatler, ideolojik dukalıklar var. Genç insanlar, bu otoriter kültür sanat mahallesinin ideolojik muhtarlarından ikametgah ilmühaberi almadan, bu mahalleye giremiyorlar. Bakanlık olarak ikametgah ilmühaberi alma prosedürünü kaldırmakla mükellefiz." dedi.
 
Geçmişe Ne Kadar Gidebilirsek, Geleceğe Dair Hayallerimiz O Kadar İncelikli, Sofistike ve İleriye Dönük Olur
 
“Bizim Bakanlığımız açısından bence en anlamlı toplantılardan bir tanesi bu. Çünkü kültür politikalarıyla doğrudan ilgilendiğimiz gibi, bu kültür politikalarının doğrudan hayata geçirildiği alan yaşadığımız şehirler. Dolayısıyla, şehir, kültür ve insan ilişkisi açısından baktığımızda sizin yaptığınız bu toplantı, sizin söyleyecekleriniz bizim politikalarımızın merkezine oturmuş oluyor.
 
Biz bu toplantı gündemimize geldiği zaman şöyle bir mekanizma kurduk: Bu toplantı kendisini gerçekleştirirken biz de bu toplantıyı nasıl değerlendireceğimizle ilgili bir mekanizma oluşturmaya başladık. Şöyle bir eylem planımız var: Bu toplantıda söylenenleri dikkatli bir şekilde not alacağız, daha sonra bunları Bakanlığımız bünyesinde oluşturduğumuz komisyonda değerlendireceğiz. O komisyonun bünyesine burada söylenilen her şeyi getireceğiz ve biz burada söylenenlerden çıkardıklarımızı kendi politikalarımıza nasıl yansıtabiliriz onunla ilgili çeşitli sonuçlar çıkartmaya çalışacağız.
 
Tabii şehir ve kültür meselesini konuştuğumuzda insanla ilgili aslında çok anlamlı ve trajik olabilecek bir zaman diliminden de geçiyoruz. Bizim şehir, medeniyet ve insan konusundaki büyük ve kadim öğretmenimiz İbn-i Haldun’un bize öğrettiği bir şey var, ‘Coğrafya kaderdir.’ diyordu.
 
Hakikaten coğrafya insanın kaderidir, fakat insan coğrafyayla kader ilişkisini iki türlü kurabilir. Bir tanesi gerek kültürel açıdan, gerek jeopolitik açıdan içe kapanarak kurar, dünyadan kendisini izole eder, içe kapanmacı bir kültürü kutsar ve bu kültür aslında bir müddet sonra dünyadan koparak o toplumun felaketi haline gelir.
 
İkinci türlü, şu şekilde kurabilirsiniz: Kendi coğrafyanıza sağlam bir şekilde ayağınızı basarsınız ve bütün dünyayı bu coğrafyayla birlikte bir diyalektik içerisinde anlamaya çalışırsınız. Neticede ulaşacağınız şey şöyle bir sonuç ortaya çıkarır: Bugün yapılan modern psikoloji çalışmalarında üzerinde neredeyse mutabakata varılan bir sonuç var. Bir insan geçmişe ne kadar gidebiliyorsa, geleceğe dair hayalleri de o kadar incelikli, sofistike ve daha ileriye dönük oluyor.
 
Dolayısıyla, geçmişle ilişkimiz sadece tarihteki birtakım olayların hafızamızda tazelenmesinden ibaret değil. Geçmişle olan ilişkimiz aslında geleceğimize dönük ufkumuzun hangi çeperlere ulaşabileceğini, hangi inceliklere ulaşabileceğini anlatan bir mesele.”
 
1914 Koşulları, 2014’te Yeniden Güncellendi
 
“Prens Sait Halim Paşamızın güzel bir sözü vardı diyordu ki: ‘Eğer tarih sürekli kendini tekerrür eden bir şey olsaydı insanı açıklamak için sosyolojiye gerek kalmaz, zooloji yeterdi.’
 
1914 Birinci Dünya Savaşı koşullarının 100. yılındayız fakat maalesef etrafımızdaki jeopolitik adeta sosyolojik bir mesele olmaktan çıkmış, zoolojik ve mekanik bir meseleye dönüşmüş bir biçimde kendisini tekrar ediyor.
 
Dolayısıyla, eğer bir yerde sürekli bu şekilde kendisini aynı jeopolitikle, aynı dinamiklerle ve aynı sonuçlarla tekerrür eden, tekrar eden bir şey varsa orada insan aklının, insan idaresinin bir şekilde kenara itildiğini geriye çekildiğini görmekteyiz.
 
Ortaya çıkan tablo vahimdir çünkü, şehir dediğimiz şey doğrudan insan demektir. Eğer biz insanı bir mekana çevirebilseydik bu doğrudan şehirle anlamlandırılan bir şey olurdu. Bugün Bağdat’tan bahsettiğimizde, Halep’ten bahsettiğimizde, Şam’dan bahsettiğimizde, Erbil’den bahsettiğimizde biz herhangi bir şehirden bahsetmiyoruz. Kendi varlığımızı anlamlandırdığımız felsefi duruşun bir parçasından bahsediyoruz. Dolayısıyla, bu şehirlerin yok edilmesi, bu şehirlerin bu şekilde yerle bir edilmesi aslında bizim insan oluşumuzla ilgili bir organımızın yok edilmesi anlamına geliyor.
 
Geçen akşam Teşkilatı Mahsusa tarihiyle ilgili bir kitabı okurken bir şey dikkatimi çekti, merkezden bir emir gidiyor Osmanlı İmparatorluğu zamanında deniyor ki: ‘Afganistan’daki şu bölgede bir sıkıntı var derhal yetişin.’ Cevap şöyle geliyor: ‘Emri aldık derhal gereğini yerine getireceğiz, fakat gidecek paramız yok, üstelik de orayı bilen elaman sayımız yeterli değil.’
 
Şimdi burada iki tane nokta var İmparatorluğun yıkılış dönemine doğru. Bir tanesi bu görevi yerine getirmek için yeterli bütçenin olmaması. Ama İmparatorluğun çöküş dönemiyle birlikte ortaya çıkan şöyle bir tablo: Coğrafya ufkunun yavaş yavaş geriye çekilmesi, yani orayı bilen yeterince elemanımız yok anlamında.
 
Şimdi düşünebiliyor musunuz, herhangi bir çocuk, bundan 150 sene evvel 18 yaşındaki bir çocuk kendi coğrafyasına baktığı zaman bugün bizim ülkemizde yaşayan 18 yaşındaki bir çocuğun Yozgat’tan, Diyarbakır’dan, Erzurum’dan bahsetmesi gibi Bağdat’tan, Halep’ten, Şam’dan, Fas’tan bahsediyordu. Kuşkusuz bugün biz bu sınırlara yeniden ulaşma gibi bir nostalji içerisinde değiliz, ama bu sınırlar bizim tabi hafızamızın, temel hafızamızın kodlarına işaret ediyor. Dolayısıyla, bu sınırlarla ilgili yeterli bir tefekküre sahip olmamız bizim aslında kendi insani var oluşumuzu gerçekleştirmemiz ve anlamlandırmamız bakımından fevkalade önemli.
 
1914 koşulları, 2014 senesinde yeniden güncellenirken yine geçmişte yok edilen şehirlerimiz bir kere daha yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya.
 
Dün akşam yeni yapılmış, Batı’daki bir ülkede çalışılmış bir strateji haritası elime geçti. Haritaya bakarken dikkatimi çekti Libya’yı harita üzerinde göstermiyor oraya bir not düşmüş ve şöyle yazıyor: Geçmişte burada bir ülke vardı, ama artık Akdeniz sularına karıştı.
 
Yani jeopolitik ve siyaset aslında ülkeleri hafızamızdan silmek gibi bir saldırıyla bizi karşı karşıya bırakmış. Dolayısıyla, bizim şehir meselesi üzerinde bir tefekkür ortaya koymamız aslında insani varoluşumuzu, hafızamızı, insani kodlarımızı, kendi tarihsel kodlarımızı güncellememiz ve taze tutmamız açısından da fevkalade önemli bir şey.”
 
Kültür Sokakta Keşfedilmelidir, Salona Değil, Sokağa Yaslanması Gerekir
 
Şimdi geçen yüzyılın başından itibaren şöyle bir tartışma yapıldı: Ulus devletleri geriye doğru gidiyor, ulus devletlerinin geriye doğru gitmesiyle birlikte küreselleşme çıkıyor. McLuhan’ın herkesin bildiği gibi küresel köy tartışması bununla birlikte başladı, fakat bu tartışma ilk 50 yılında çok cazip bir tartışma olarak önümüze geldi, hakikaten herkes sınırların ortadan kalktığını, tek tip bir insanlığa doğru gidildiğini, ulus devletler çağının kapandığını, uluslararası şirketlerin, ulus devletlerden daha önemli roller ortaya koymaya başladığını söyledi. Fakat bir müddet sonra anlaşıldı ki, keşfedildi ki aslında öyle soyut, insanlığı evrensel bir modele götüren bir küreselleşme çağı diye bir şey yok.
 
Bu küreselleşme dediğimiz şey de yine ulus devletler üzerinden gerçekleşiyor, ama bunun mekanizmaları değişmiş. Fakat bir müddet sonra daha başka bir şey fark ettik yeni gelişmelerle birlikte önümüze şöyle bir tablo geldi: Aslında bugünden itibaren, belki bu yüzyılın başlangıcından itibaren bu tabloyu daha çok düşünmek zorundayız. Henri Lefebvre’in bize şehir hakkından bahsetmesinden sonra bununla ilgili yeterli paradigmaya da sahibiz.
 
Artık ulus devletlerden çok büyük şehirler dünya siyasetinin oluşmasında, insanlığın temel anlayışlarının oluşmasında gerçek aktörler haline geldiler. Dünyanın her tarafında Paris’ten, Tokyo’ya, İstanbul’dan, Latin Amerika’daki birçok şehre kadar o ülkeleri geride bırakan şehirler öne çıkmaya başladı. Aslında bakarsanız o ülkelerin dünya üzerindeki iddiası bu şehirler üzerinden gerçekleşmiş olur.
 
Şimdi kültür meselesini tartışırken bir sorunla karşı karşıyayız o da şudur: Kültür meselesini kültür ve sanat festivallerine indirgemiş, bununla sınırlı algılayan bir literatür daha çok önümüze geliyor.
 
Halbuki kültür bir Alman filozofun dediği gibi, bir milletin sorun çözme kapasitesinin toplamıdır. Dolayısıyla bu devlet hayatınızdan ekonomi hayatınıza, gündelik hayatınıza, karşılaştığınız her türlü krize nasıl baktığınızla ilgili bir meseledir, hayatımızın her alanını kuşatan bir meseledir. Eğer bunu hayatın alanları içerisinde bir noktaya getirir ve sadece bir festival meselesine ya da kültürel faaliyet dediğimiz birtakım etkinliklere indirgersek, burada da kültür konusunda indirgemeci bir yaklaşımın içine girmiş oluruz.
Tabii bu indirgemeci yaklaşım önümüze temel bir yol ayırımı getiriyor o da şudur: Kültür bugün daha çok kültür endüstrisiyle beraber anıldığı için -o da çok önemli olmakla birlikte- sadece oraya ötelendiği için salonlara sıkışmış ve konformizmin neticesinde ortaya çıkmış bir mesele olarak gözüküyor. Ben hem kişisel olarak hem Bakanlıkta uygulamaya çalıştığım politikalar gereği kültürün sokakta keşfedilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum ve salona değil, sokağa yaslanması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.
 
Devlet Eliyle Kültür Politikası Oluşturma Çok Otoriter Bir Yaklaşımdır
 
Mesela zaman zaman -dün de bazı yazılar okudum- şöyle şeyler söyleniyor: ‘Yeni bir medeniyet inşa etmemizin zamanı geldi.’
 
Şimdi oturup da herhangi bir ev inşa eder gibi medeniyet tabii ki inşa edilmez.
 
Eğer entelektüel yoksa, entelektüelin şehirle gerilimi yoksa, entelektüelin şehirle bir kavgası yoksa, entelektüelin hayatı dönüştürmekle ilgili iddiası, o ülkenin merkezi meselelerinden biri haline gelmiyorsa medeniyet diye bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü medeniyet dediğiniz şey nihayetinde insanların bu gerilimin içerisinde yaptığı tartışmalara geriye doğru dönüp baktığınızda -100 yıl, 200 yıl geriye doğru dönüp baktığınızda- adını koyduğunuz bir şeydir.
 
Eğer ortada entelektüel yoksa, entelektüelin hayatla kavgası yoksa, entelektüelle hayat arasında konformist bir ilişki varsa o zaman biz orada bir kültürel gerilimden, bir entelektüel gerilimden, dolayısıyla 200 yıl sonra geriye baktığımızda bir medeniyet tartışmasından bahsedemeyiz.
 
Burada sakıncalı bir konu önümüze geliyor, siyasete ve tabii ki Kültür Bakanlığına çok iyi bir pas atılmış oluyor o da şudur: -Ama bu pası bizim almamız doğru da değil, ahlaki de değil o pas- Kültür Bakanlığı bir milli kültür politikası oluştursun bu konuda büyük bir eksiklik var.
 
Şimdi devlet eliyle kültür politikası oluşturma çok otoriter bir yaklaşımdır, kültür tabiatı itibariyle özgürdür, çoğulcudur ve dinamiktir. Bizim yapabileceğimiz en fazla şey şudur: Var olan kültür politikasının özgürlüklerini ve kendini geliştirme konusunda imkansızlıkları varsa, o özgürlükleri temin etmek ve o imkansızlıkların giderilmesini sağlamak. Eğer biz devlet eliyle kültür politikası şudur, milli kültür politikamız budur diyerek devreye girersek o zaman biz kültürel hayata bir nefes üflemek yerine, kültürel hayatı felç etmiş oluruz. Kültürel hayat adı üstünde entelektüele aittir, tamamen sivildir, devletin buradaki görevi sadece onu selamlamak ve onun özgürleşmesine katkıda bulunmaktır.
 
Genç İnsanların, Hiçbir İdeolojik Dukalığa Tabi Olmaksızın, Kendilerini İfade Edecekleri İmkanları Oluşturmakla Görevliyiz
 
İkincil bir görev şu olabilir: Kültürel hayat üzerinde maalesef hala ideolojik baskı çok büyük oranda devam ediyor. Aslında bakarsanız Türkiye’nin demokratikleşmemiş alanlarının başında kültür, sanat mahallesi gelmektedir. Kültür sanat mahallesinde oligarşik cemaatler var, ideolojik dukalıklar var ve bu hayatın içine girmek isteyen genç insanlar bu otoriter kültür, sanat mahallesinin ideolojik muhtarlarından ikametgah ilmühaberi almadan bu mahalleye giremiyorlar. Biz Bakanlık olarak ikametgah ilmühaberini alma prosedürünü kaldırmakla mükellefiz. Bu genç insanların, hiçbir ideolojik dukalığa tabi olmaksızın, hiçbir ideolojik muhtarlığa gidip ikametgah ilmühaberi için sıraya girmeksizin kendilerini ifade edecek imkanları oluşturmakla görevliyiz.
 
Dolayısıyla, burada bu görevi de beraber yerine getirebileceğimiz en büyük kurumlar olarak belediyeler öne çıkmaktadır. Bakın siyasetle birlikte anılan birtakım belli noktaları tek renkli hale getirmek, belli noktalarda birtakım insanların ideolojik ya da başka sebeplerle dışlanması gibi hususların en önemlileri maalesef kültür, sanat hayatımızda. En özgür, en bireysel olması gereken alanda gerçekleşmektedir.
 
Şunun adını net bir şekilde koyalım: Sivilliğini korumazsak kültür, sanat hayatının isterse bize en yakın devlet kurumundan gelen bir destek söz konusu olsun, eğer sivil değilse emin olun verimli olmayacaktır. Çünkü bu mesele entelektüelin şehirle geriliminden doğan bir meseledir, eğer şehrin geriliminde bu yoksa, bu iş sokakta inşa edilmiyorsa hiçbir şekilde iz bırakacak bir sonuca bizi götürmeyecektir.
 
Şehirlerin tarihini okurken Londra’nın tarihini okuduğum zamanlarda bir şey dikkatimi çekmişti o da şu: Bir büyük yangın geçiriyor 1850’lerde Londra ve 1850’lerden sonra yeniden inşa ediliyor. İnşa edildikten sonra Londra’nın tarihi üzerinde çalışanlar bir şey fark ediyorlar o da şu: O büyük yangından önce bütün sokaklar kiliseye çıkarken, büyük yangıdan sonra Londra inşa edildiği zaman bütün sokakların çıktığı meydanda artık kilise yok, borsa binası var. Bu örnek şuna işaret ediyor: Tabii Londra’nın o büyük yangınla karşılaştığı dönem merkantilizm dönemine, erken kapitalizm dönemine daha çok denk geliyor.
 
Eskiden diyelim ki daha inanç temelinde bir dünyayı anlamlandıran insanlar bir şehir inşa ettiklerinde mimarileri de buna uygun oluyor, dolayısıyla şehrin merkezine bir kilise yerleştirmiş oluyorlar. Ama insanın zihniyet dünyası, toplumun paradigması değiştikten sonra merkantilizm dönemiyle birlikte başka kodlar devreye girdikten sonra ve Londra yandıktan sonra insanlar oturup da biz bu şehrin merkezine borsa binası yapalım, kiliseyi yıkalım diye düşünmüyorlar. Ama netice itibariyle zihniyet dünyası değiştiği için, zihniyet dünyasının merkezine yerleşen kodlar değiştiği için neticede Londra inşa edildiği zaman böyle bir tablo ortaya çıkıyor.
 
Biz Kimlik Travmalarını Ağır Yaşayan Bir Ülkeyiz
 
Şimdi bugünün dünyasında en önemli meselemiz Başkanımız da bahsetti, insanların bir araya geleceği mekanlar oluşturmak. Biz kimlik travmalarını ağır yaşayan bir ülkeyiz, kimlik problemlerinin halletme konusunda çok büyük enerji sarf eden bir ülkeyiz. Agorafobi siyasi hayatımızın merkezine yerleşmiş durumda. En önemli meselemiz farklı kimlerdeki insanlar arasındaki bu kavganın bitirilmesi için ortak mekanlar oluşturmak, yani bir kamusal oydaşma meydana gelmesini sağlamak, daha çok temas oluşmasını sağlamak. Bunun içinde bence insani bir şehir nasıl olmalı dediğimizde, insanların bir araya geleceği mekanların çok olduğu, insanların temas etme imkanlarının en fazla olduğu şehirlerden bahsetmek durumundayız.
 
Müzelere, Kültür Merkezlerine Barbar Saldırdılar Düzenlediler
 
Bakınız hep beraber görüyoruz UNESCO raporları geliyor Halep’te, Şam’da, Bağdat’ta dünyanın en büyük tarihi eser kaçakçıları o ülkelerin müzelerine girip, o insanların hafızalarını çalıyorlar.
 
Aynı şekilde biz böyle bir saldırıyla karşı karşıya kaldık. 4-5 gün önce işte bu barbarlar müzelere, kültür merkezlerine saldırdılar. İnsanların ayağına hizmet götüren, hafızalarını tazelemelerine imkan veren mekanlara saldırdılar. Çok iyi hatırlıyorum, Irak’ın işgali sırasında BBC’yi izliyorum bir şey dikkatimi çekti iki haber üst üste gelmişti. Bir tanesi şu: Amerikan askerlerinin Irak Petrol Bakanlığı etrafında çok büyük tedbirler aldığı ve Bakanlığa kimseyi yaklaştırmadığı haberini dinledim. Bir sonraki haberse şuydu: Bağdat’taki binlerce yıllık eserleri barındıran müze koruma altına alınmadığı için yağmalandı ve şu anda yağma devam ediyor.
 
Yani insanlık teknolojinin doruğa ulaştığı, bütün bir dünyanın küresel köy olduğu bir zamanda Petrol Bakanlığını korumak için askeri tedbir alıyor, ama binlerce yıllık bir müzeyi, insanlığın hafızasına ait en temel eserleri barındıran bir müzeyi yağmaya bırakıyordu. Muhtemelen bugün orada ve başka yerlerde yağmalanan bu eserleri 200 yıl sonra bazı Batılı müzelerde ziyaret etmek durumunda kalacağız biz.
 
Kültür, hayat ilişkisinde şehirlerin gerçekten aktör olabilmesi için önümüzde çok iyi bir örnek var, tarihten bir örnek. Bakın Çağatay Devleti siyasal tarih açısından belki de 30 yıllık bir hayatı olduğu için hiçbir şekilde hatırlamayacağımız bir devletti. Siyaset hayatında, devlet hayatında, devletler tarihinde hiçbir şekilde belki kayda alınmayacaktı. Fakat Ali Şir Nevai Çağatay Türkçesiyle yazdığı için, Ali Şir Nevai Çağatay Türkçesinde büyük eserler verdiği için ve Çağatay Türkçesi bu bakımdan vazgeçilmez bir merkezi konum edindiği için Çağatay Devletini bugün hatırlıyoruz.
 
Dolayısıyla, devletin istihbaratı çok büyük olabilir, ekonomisi çok büyük olabilir ama müzeler, istihbaratı büyük, ekonomisi büyük, zamanında tarihte büyük coğrafyalara hükmetmiş devletlerin, bugün izi kalmamış devletlerin eserleriyle dolu. Devletin kalıcılığını sağlayan şey, milletin kalıcılığını sağlayan şey yazılımdır. Eğer yazılımı, yani kültürü sağlam tutmazsak, o konudaki çabaları dorukta tutmazsak hiçbir şekilde yaptığımız işlerin kalıcılığı kalmaz.
 
Kültür Hayatının Sivillik ve Çoğulculuk Üzerinden Akması Temel Meselemiz Olmalıdır
 
Bir de ön önemli meselemiz çoğulculuk meselesidir, eline gücü geçiren, herhangi bir alanda gücü eline geçiren -bu sadece siyaset değil, bakın en çok siyaset bu konuda suçlanır bu eleştirilmeye devam edilsin- ama siyaset dışında da eline gücü geçiren, diğer renkleri yok etmeye çalışıyor, tek renkli bir dünya oluşturmaya çalışıyor. Tek renkli dünyanın nasıl bir dünya olduğunu görüyoruz. Bugün başkalarına yaşam hakkı tanımayanlar, başkalarının kiliselerini, camilerini bombalayanlar, başkalarının inanç merkezlerine saldıranlar ve bunu radikalizm adına yapanlar hangi görüşten olursa olsun onlar tek bir dünya istiyorlar ve tek bir dünya bizim önümüze vahşet getiriyor.
 
O sebeple belki de dünyaya söyleyeceğimiz en büyük söz kendi topraklarımız açısından bu topraklarda ne varsa onları çoğulcu bir şekilde korumak olmalıdır. Çoğulculuk ve sivillik bizim önümüzü açacak, ufkumuzu geliştirecek ve şehirlerimizi sadece yollarıyla, köprüleriyle değil, insanların yaşam kalitesiyle, anlamlı hale getirecek en önemli unsurdur. O sebeple bir şehre baktığımızda göreceğimiz şey şudur: Bu şehirde aktör olan kimdir? Bu şehirde binalar mı aktördür, ekonomi mi aktördür, güç ilişkileri mi aktördür? Bu şehirde insan mı aktördür?
 
Eğer bir şehirde insanın aktör olmasını istiyorsak o şehirdeki kültür hayatının sivillik ve çoğulculuk üzerinden akması temel meselemiz olmalıdır ve şehrin gerçekten kendisini tanımlayacağı şeyin de bu olarak öne çıkması gerekir.
 
 Nietzsche’nin söylediği bir şey vardır. ‘Eğer bir ülkede kültür ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’ diyor. Tabii burada da indirgemeci davranmamak lazım bu kültür, sanat ve siyaset dediğimiz kategoriler birbirinden ebediyen kopuk, birbirine temas etmeyen alanlar değildir. Ama ister siyaset, ister ekonomi, ister şehir hayatı, bütün bunların tarihsel bir perspektife, bugünle ilgili sokağa söz söyleyecek, bugünün dünyasına söz söyleyecek bir anlayışa oturması gerektiğini düşünüyoruz.
 
Ben bunları sizinle paylaşmak istedim, bizim bakış açımız genel olarak bu. Bu toplantı bence bir Kültür Bakanının katılması gereken, katıldığı en anlamlı toplantılardan bir tanesidir. O sebeple toplantıyı düzenleyenleri, siz emek verenleri kutluyorum hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum sağ olunuz.”
 

  • kolaj
  • DSC_6329
  • DSC_6330
  • DSC_6333
  • DSC_6336
  • DSC_6372
  • DSC_6403
  • DSC_6416
  • DSC_6420
  • DSC_6437
  • DSC_6464
  • DSC_6495
  • DSC_6504
  • DSC_6523
  • DSC_6540
  • DSC_6547
  • DSC_6549
  • DSC_6552